MUTSUZLUĞUN NEDENİ VE KUR'ANİ ÇÖZÜMÜ
MUTSUZLUĞUN NEDENİ VE KUR'ANİ ÇÖZÜMÜ - Canibim.Com

Kur’an-ı Kerim’de Mutsuzluk Nedenleri ve Çözümleri

“Gam”, “hüzün”, “keder”, “veyl” ve “esef” nedir? Kur’an mutsuzluğa nasıl çözüm sunuyor? Nouman Ali Khan’ın incelemesi ile Kur’an’da geçen belki hepsini üzüntü/mutsuzluk olarak çevirdiğimiz kelimelerin nasıl farklı anlamlara geldiğini ve nasıl farklı çözümlere ihtiyaç duyduğunu hayretle okuyacaksınız.

Konu, Kur’an’ın mutsuzluğa çözümü…

Konuşmaya başlamadan önce bu konuyu neden seçtiğimi de sizinle paylaşmak istiyorum. İnsanların başına bazen bir şeyler gelir… Hayatlarındaki duygusallıklar, özel hayatlarımızdaki zorluklar, hepimizde var… Hepimizin arkadaş ve aileleriyle farklı türde imtihanları var. Özellikle aileyle… Ortalama bir Müslüman bile şöyle düşünebilir: “Hep büyük olaylarla ilgilenen Kur’an muhtemelen benim nasıl olduğumla ilgilenmez! Muhtemelen Kur’an’ın takip edeceği yol, benim duygusal ve kişisel sorunlarımla ilgilenmek değil! Kur’an bu kadar kişiye özel olamaz…” Bu aslında benim karşı koymak istediğim bir

Kur’an aslında insanların karşılaştığı her çıkmaza hitap ediyor. Tüm insanların karşılaştığı fiziksel, manevi, ruhsal, içsel, psikolojik krizlerde de onlara hitap ediyor. Allah Azze ve Celle, kitabını ve Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) sünnetini bizlerin o krizleri atlatması için gönderdi. Çünkü bizleri o duygularla yaratan Allah’tır. Ben psikoloji öğrencisiyken, yıllar önce tesadüfen Queens College’da psikoloji okudum. Profesörlerden biri anormal psikolojiyi işliyordu… Ayrıca o bile bu olayı konferanslarından birinde anlattı. Çünkü gerçekten ilgisini çekmiştim. Her zaman bize özellikle depresyon ve sinir gibi şeylerle ilgili konferans veriyordu. Konferanstan sonra Kur’an’dan öğrendiklerim ve onun dediklerindeki paralellikten dolayı onunla tartışırdım. Konferanstan sonraki samimi anlarından birinde beni bir kenara çekti ve “Sana şunu söyleyeyim” dedi: “İnsanoğlu fazla kusurludur.” Bana bunu dedi! Bu aslında batı medeniyetinin insan karakterine nasıl baktığının çok iyi bir özeti… İnsanoğlu esasen kusurludur. Değil mi?
- “Hadi bu kusurları ilaçlarla, psikoterapilerle onarmaya çalışalım.”
- “Biriyle ya da diğeriyle. Bu yıkılmış insanı onaralım. Çok fazla sorunu ve arızası olan bu yıkılmış yaratığı onaralım.”

Eğer etrafınızdaki dünyaya, hatta kendi hayatınıza bile bakarsanız şöyle düşünebilirsiniz: Biliyor musun, insanoğlunun kusurlu olduğuna dair ezici kanıtlar var gibi görünüyor… Bizler arızalıyız… Birçok yönden. Öyle ki bu tür tuhaflıklarımız var. Ama bunlara çözüm bulamıyoruz. Ama şu var ki aksine; Allah Azze ve Celle bizlere Kur’an’da insanoğlunu en yüce şekilde yarattığını öğretiyor
En doğru ve dik şekilde yarattığını söylüyor. Muhtemelen hepiniz لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ayetini biliyorsunuz. “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” Buradaki تَقْوِيمٍ (takvîm) kelimesi çok fazla dikkat gerektiriyor. Çünkü “durmak” anlamına gelen قام (gâme) kökünden geliyor. تَقْوِيمٍ (takvîm) de bir şeyi durdurmak ve durdurmaya devam etmektir. Ve aslında bina planlaması için kullanılır. Yapıları düşmeyecek şekilde bir araya getirdiğinizde kullanılır. Yani çocuklarınızın oynadığı blok apartmanlar تَقْوِيمٍ (takvîm) değil. Neden? Çünkü vurduğun an parçalanırlar. Büyük ihtimalle çocukların kendileri vurup parçalarlar. Bu تَقْوِيمٍ (takvîm) değil
Ama yapılı bir bina bir yere gidemez. تَقْوِيمٍ (takvîm) ile inşa edilmiştir
تَقْوِيمٍ (takvîm) muteaddi olduğu için, dilbilimle alakalı değil çok hızlı anlatacağım,
تَقْوِيمٍ (takvîm) Arapçada, Allah bizleri dik yarattığı için bizden itibar bekliyor anlamına gelir. Bizleri sağlam bir şekilde yarattığı için… İnsanlar aslında çok sağlam bir esas üzerine kurulmuş ve Allah, Kur’an’da bununla iftihar ediyor.
İftihar ediyor! Hatta bu açıklamadan önce yemin ediyor. Farklı birkaç yemin ediyor: 

وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ “And olsun o incire, o zeytine”, وَطُورِ سِينِينَ “Sina Dağı’na”
وَهَذَا الْبَلَدِ الْأَمِينِ  “Ve bu güvenli beldeye and olsun ki”  لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ  “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.”

Aynı zamanda خَلَقْنَا (halagna) kelimesinde نحن’yu (nahnu) “biz”i görüyoruz. “Biz insanı yarattık…” Yeminden sonra geliyor. “Biz” zamiri Kur’an’da normal bir kalıp değildir. Aslında Kur’an’da normal olan هو (huve) yani “o” zamiridir. Ama Allah bir şeye özellikle dikkat etmemizi istediğinde bize “Bu herhangi bir yaratık değil, özel biri.” Diyor. Kendisi birinci çoğul şahıs haline geçiyor; o da “Biz” oluyor. لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ ………………

Alimler bunu Allah’ın insanlara olan yakınlığını örneklendirme amaçlı olduğu şeklinde yorumlar. Öyle ki Allah, yarattığı insandan bahsederken “Birinci şahıs” formunu kullanıyor. Biraz dil bilgisi olan biri üçüncü şahsın uzakta olduğunu bilir. Birinci şahıs da bariz bir şekilde yakındadır. Allah bizim türümüz hakkında konuşurken birinci şahsı kullanıyor. Böylece en başından, yani yaratılışımızdan beri bize olan yakınlığını ifade ediyor. Konum bu değildi ama giriş kısmına bununla başlamak istedim. Bizlerin İslâmî bakış açısı sayesinde baş edebildiğimiz şeylere bugün ruhsal hastalık diyorlar değil mi? Bugünlerde ruhsal hastalık deniyor ama biz hastalık demiyoruz. İslâmî açıdan baktığımızda hastalık demiyoruz.

Allah’ın içimize yerleştirdiği imtihanlar

Şimdi konuya gelelim. İnşa ettiğiniz bir bina, inşa ettiğiniz bir yapı… Doğal olarak Allah’ın dünya üzerinde yarattığı her şey… Allah dünyada yarattığı her şeye, özellikle insana eşitlik bahşeder. Rahman Suresi’nde şöyle buyurur: كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ Yer üzerinde bulunan her şey fanidir.” Yer üzerinde bulunan herkes diyor “مَنْ ” (men) kelimesi canlıları işaret eder aynı zamanda cinleri de kapsar. Sonra “فَانٍ” (fan) kelimesini kullanıyor. “فَانٍ” ölecek bir şey anlamına gelir. ” فَانٍ” üzerinde zamanlayıcısı bulunan şey demektir. Başka bir deyişle, kendi kendini bitiriyor. Bakın “كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا ميت” Her şey ölecek demektir. Ama “كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ” Sonunda şey kötüye gidecek (sağlık durumu vb.) ve ölecek demektir. Bitecek anlamına gelir. Yani saat hepimizin aleyhine işliyor. Tıpkı bir bina gibi kötüye gidiyor, kalitesini yitiriyor. Ama binanın durumu kötüye gittiğinde mimarı suçlarsınız. “Bu mimar işini iyi yapmadı. Boyalar dökülüyor, tuğlalar parçalanıyor, tesisatı da artık iyi değil” dersiniz. Ama insanlar bir sorun yaşadığında bunun sebebi mimarın önemli bir noktayı kaçırması değildir. İnsanın, yaratılışından ötürü zorluklardan geçmesi lazım. Yaratılış böyle! İnsanoğlununa bu yerleştirilmiş. Sorunsuz yaratılmış varlıklar değiliz. Ama bu sorunları kusur olarak adlandırmamalıyız. Onlar, aslında Allah’ın içimize yerleştirdiği imtihanlar. Duygusal sorunlar, fiziksel sorunlar… Bunların hepsi başımızdan geçirmek zorunda olduğumuz imtihanlar… İlginç bir şekilde, Araplar… Şu an konu Kur’an değil, İslâm öncesi Arap toplumu… O dönemin Arapları duygu ve psikolojiye düşkündüler. Gerçekten duygularıyla bağlantı halindeydiler. Şiirleriyle olsun, dilleriyle olsun… Arapçada psikoloji ile ilgili bulduğum en iyi ifade şudur: Derler ki: “Söylenen bir söz, belki dayaktan daha çok can yakar.” Sözlerin kişi üzerinde etkili olduğunu anlamışlar. Fiziksel olarak değil. Biri size zalimce sözler söyledi diye bir yerinizin incindiği için değil. Bir yerinizin kanadığı için de değil… Bunlar olmaz ama o sözler sizi yıkabilir. Sizde sabah yatağınızdan çıkmama isteği uyandırabilir. Söylenen sözler birini intihara sürükleyecek kadar güçlü olabiliyor. Bunlar oluyor… Ağzımızdan çıkan sözler çok güçlü silahlardır. “Söylenen bir söz, belki dayaktan daha çok can yakar.” “Bunları söyleyeceğine beni iyi bir pataklasaydın daha iyiydi.” Muhtemelen hepiniz duygularınızı inciten kötü sözlerden nasibinizi almışsınızdır.

Şimdi inşallah-u Teala, Kur’an’a, o alanlardan birine dönelim, keder… Bu duygulardan biri bariz bir şekilde hepimize dert olmuştur. Ayrıca hayatlarımızın bir parçasıdır da… Kur’an bununla nasıl başa çıkar? Hepsinden önce, yine söylüyorum bu çözümler yardım aşılamak isteyenler için… Hepiniz istemelisiniz de. Özellikle de psikoloji bölümüne gidecekler. Burada konuşmamı iki kısma ayırmaya çalışacağım: Girişin konuşmasının bu kısmı yüksekten atma bölümüydü bu yüzden bu sayılmaz. Yani konuşma şimdi başlıyor. Konuyu üç parçaya ayırmaya çalışacağım: İlk bölüm aslında araştırmaya değer bazı alanlar içeriyor.
Özellikle psikoloji ve rehberlik öğrencileri, birilerine yardım işinde bulunacak insanlar, stajyer imamlar… Bir de duygusal problemleri olan birçok insanla yüz göz olan imamlar için… Ya da inşallah gençlere danışmanlık yapacaksanız, insanlara tavsiye verecek bir pozisyondaysanız. Bunun gibi şeyler…
Kur’an’da ilgilenmek isteyebileceğiniz bazı şeyler var. Özellikle keder ve depresyona yaklaşım ile ilgili.

GAM: Gökyüzündeki Bulutlar

Kur’an’da keder ile ilgili kullanılan ilk sözcük “غام” (gam). Birkaç kullanım var ama ilk kullanılan غام (gam). Bu kelimenin diğer bir varyasyonu ise غمام (gamam). Bu kelime aslında “gökyüzündeki bulutlar” anlamına gelir. Eğer bulutlar güneş ışığının kendilerini aşamayacağı izlenimini veriyorlarsa o bulutlar غمام (gamam)dır. Bazen günışığını geçiren bulutlar görürsünüz. Bazen de ışığın tamamen engellendiğini görürsünüz. Eğer bu uzun süre devam ederse çok iç karartıcı olabilir. Hava uzun süre bulutlu kalırsa böyle olur değil mi?
Güneş görmüyorsun ve olay İngiltere’deki birçok insanın psikolojik durumunu açıklayan iç karartıcı bir hal alıyor. Çünkü hava çoğunlukla bulutlu, değil mi?
Bu garip bir durum… Mesela Seattle… Gerçekten intihar oranlarında garip yükseklik var. Havayla ilişkili demiyorum ama şehir neredeyse dumanlı. Çok güzel bir eyalet olmasına rağmen Amerika’daki en yüksek intihar yüzdeleri o şehirde.
Güzel bir şehir. Doğası olsun, çevresi, mimarisi… Temiz de… Tüm bunlara rağmen garip olmakla beraber çok büyük sorunları olan bir şehir. Hava ile bir ilgisi var. Birçok toplum açık ve güneşli bir günü mutlulukla ilişkilendirir. Peki, keder ne ile ilişkilendirilir? Kara bulutlara… Literatürde bile yeri vardır. İnsanlar “Bu oğlanın etrafında kara bulutlar dolanıyor” gibi şeyler derler. “Kocam eve gelince sanki evi kara bulutlar kapladı.” demek gibi. Bunun gibi şeyler… Yani bu sadece eski Arapların söylevleriyle sınırlı değil. Onlar da insanmış ve bugün onlarla paylaştığımız şeyler var. Aydınlıkla ilgili düşünceler, mutlulukla ilişkilendirilen günışığı gibi. Bugün bile anti depresan satan milyonlar değerinde ecza şirketlerimiz var. Ve bu şirketler reklam şirketlerine milyon dolarlar harcıyorlar.
da reklama güneşte yürüyen kadın koyuyorlar. Kadın keyifsiz olduğunda da etrafına dolanan kara bulutlar oluyor ve ona şöyle sesleniyorlar: “Kötü düşüncelerin mi var, bu ilacı al!” Sonra da araya çabucak geçen jeneriği ya da “intihara yol açabilir” diyen sorumluluk reddi yazısını sokuyorlar. Yani غمام (gamam) aslında huzursuzluk durumudur. غمام (gamam) aslında huzursuzluk durumudur. Geriye bakıp bulutların benzetildiğine döndüğümüzde “غام” (gam) kelimesi Arap dilinde henüz gerçekleşmemiş kötülük şeklinde yorumlanır.
Ama sen onun gerçekleşmesini bekliyorsun… Çünkü kara bulut çoksa bu Araplar için ne anlama gelir? Fırtına habercisidir. Kasırga habercisidir, değil mi? Bizden önceki insanlar doğayla çok daha iç içeydi. Biz teknolojinin çok içindeyiz sevdiklerimizin yüzlerine bile bakmıyoruz. Telefonlarımıza takılıp kalmışız. Ama önceki insanlar gökyüzüne her zaman bakmışlar. Gökyüzünü kara bulutların kapladığını gördüklerinde kötü bir şeyler olacağını ummuşlar. Yıldırım çarpması, gök gürültüsü, yağmur gibi. Bu bir taraftan iyi ama genelde de kötü, değil mi?
Bu kelime Kur’an’da çok özel bir durum için kullanılmış. Her kelimenin bağlamını ele almak için burada değilim.

Şu izlemini oluşturmak istiyorum; örneğin olayların kötü gideceğini düşündüğün için üzülmen hakkında bir araştırma yapılmış olsaydı “غام” (gam) kelimesi kullanılırdı. Bu kelime Kur’an’da nasıl kullanıldı? Allah “غام” (gam)ı hangi durumla açıkladı. Bunu irdelediğimde, gelecekten kötü şeyler bekleyen biriyle nasıl ilgilenirim? Olayların aydınlık tarafını görmeyen biriyle, bardağın her zaman boş tarafını gören biriyle, her zaman karamsar ve negatif olan biriyle… Bu tür insanlarla karşılaşabilirsiniz. Her zaman “sakinleştirici”leri vardır ve hiçbir zaman mutlu değiller. Olayların iyi tarafını göremezler. Kötü tarafına bakmak zorundadırlar. Bu غام (gam)a özel bir durumudur. Eğer çok fazla غام (gam) sahibiyseniz böyle bir insana dönüşürsünüz. Bu yüzden, içlerinde bu derinden hissettikleri üzüntü var ve bu geçmek bilmiyor. Ve o her zaman orada, bu yüzden gülümsedikleri bir an bile gelse yüzleri yarımca gülüyor ve tekrar aşağı düşüyor. Doğru mu? Mutluluklarını çok uzun sürdüremiyorlar. Tıpkı çoğu zaman bulutlu, bazen de güneşli gökyüzü gibiler. Böyleler. Böyle insanlar var. Bunlar her zaman üzgün üzgün geziyorlar, bakışları hep yerde. Ve siz dersiniz ki “Neden bu haldesin?” Bu, sanıyorum, “daimi depresyon”a Arap dilindeki en yakın kelime. Depresyon halindeki insanlar. Buna “keder (بث)” deniyor. Günümüzde depresyon çok büyük bir problem ve Müslüman ümmeti de istisna değil. Bu, dünyada çok büyük bir problem. Bu çalışma aslında Müslümanlar için ciddi bir hal alıyor. “Kur’an’a göre, keder nasıl hafifletilir?” çalışması. Bu bize ne öğretiyor, bu üzüntü haliyle nasıl başa çıkabileceğimizi… Yani burada travmatik bir olaydan kalma bir üzüntü var. Geleceğin umutsuz görünmesinden kaynaklı bir üzüntü var. Derinlerde bir üzüntü var ve çıkarıp atamıyorsunuz. Bu, kurtulamadığınız hastalık gibi, sinüzit veya alerji gibi bir şey. O her zaman orada. Siz hep negatifsiniz. İşte bu, keder…

Derinlerdeki çıkarıp atamadığınız üzüntü: Keder

Ve bu arada, eğer bu durumda olan sadece sizmişsiniz gibi hissediyorsanız, “keder” kelimesi Kur’an’da karşımıza, devamlı keder ve hüznü yaşayan peygamberlerden birinin duasında çıkıyor: “إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللّهِ” “Ben kederimi şikâyet ediyorum…” Kelimeyi şu an tercüme etmiyorum. Bu Peygamber diyor ki: “Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah’a şikâyet ederim.” Bu dua bize ne öğretiyor? Allah’a şikâyet bile edebilirsiniz. Bu ayet bize ne öğretiyor? Ben başkasına şikâyet etmem! Ben çektiğim acıdan bahsediyorum. Şikâyet etmek burada ne anlama geliyor? Bu şu demek değildir, “Allah’ım, hadi ama! Çok bunaldım, beni bundan kurtar!” Hayır, hayır. Biliyorsunuz, hani doktora gidip şikâyetlerinizi anlatırsınız ya… doktora tokat atıp da “Hey kardeşim! Neden beni alerji sahibi yaptın?” demezsin. Gidip doktora şikâyetlerinizi anlatırsınız çünkü şikâyet aslında onun sizi anlaması, iyileştirmesi ve reçete yazmasının bir yoludur. Tıpkı hastalanan bir çocuğun annesine şikâyette bulunması gibi. Değil mi? Gerçek bir yakınma mı yoksa sahte mi? Biliyorsunuz, ülke genelinde grip salgını var. Çocuklarımdan üçü geçtiğimiz ay içerisinde grip atlattı. Üç kız sabah okula gidiyorlar, iki tanesi hasta... Biri diyor ki “Ah, karnım ağrıyor, karnım ağrıyor.” İyi olan diğeri birdenbire başlıyor “Hım, aslında ben de sana katılacağım, benim de karnım ağrıyor…” Muayene etmenize gerek var mı? Karnınızı tutmanız, biraz büzülmeniz gerekiyor, göz teması kurmamalısınız. Çünkü doğruluğunu kontrol etmek için seni izliyor. Bu gerçek değil, rol, hadi ama. Sadece üzerinde biraz daha çalışın. Şimdi çok daha iyi olabilirdiniz. Annenizi buna çok daha iyi inandırabilirdiniz. Bunu ona annesinin karşısında söylemeyeceğim. Ama bir yandan da “karnım ağrıyor”un üzerinde çalışmanız gerekiyor. Biraz daha inandırıcı olun. Ama asıl olan, bir çocuk annesine “Karnım ağrıyor.” diye şikâyet ederken “Karnımın ağrımasına sen sebep oldun!” demiyor. Çocuk şunu diyor, “Başka kime gidip sızlanayım?” Ve ne zaman sızlanırsınız, çok sevdiğiniz yanınızdayken sızlanırsınız. Herhangi birinin karşısında sızlanmazsınız. Çok sevdiğiniz birinin karşısında sızlanırsınız. Aslında, gergin bir ilişkiniz olan biri gelip “Nasıl gidiyor?” diye sorduğunda dersiniz ki “Elhamdulillah, her şey iyi.” “Yok, yok, iyiyim, iyiyim.” Neden? Çünkü size çok yakın değiller. Ama eve, annenize gittiğinizde, Arapçada şöyle derler: الرجل في بيت امه صبيان “Bir adam, annesinin evinde bebeğe döner.” Koca adam, annesini ziyarete gider. Eve girer, bambaşka birine dönüşür, lapa gibi olur. Kırk yaşında olsanız da fark etmez. Annenizleyken bu birdenbire açığa çıkar. Bu aslında tam olarak ayetin bize öğrettiği… Bu peygamber duası şudur ki böyle bir üzüntünüz olduğunda başka kimse anlamayacakmış gibi hissedersiniz. Hiç kimse söylediğinizi duymayacakmış gibi. Kimse probleminizle ilgilenmeyecekmiş gibi. Ve o zaman, dönebileceğiniz tek Zat, sizi tamamen anlayacak olan, “Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah’a şikâyet ederim.” Bu, “Konuşacak kimsem yok.” gibi hisseden kişi için… Bu dua bize Kur’an’da verilen ne güzel bir

Talihsiz hissedenler: Veyl

Yani şimdi üç kelimemiz var, “gam”, “hüzün” ve “keder”. Sonra bir kelime daha, “ويل”. Veyl, talihsiz hisseden insanları ifade etmek için kullanılır. Kötü şans sahibiymişler gibi. Ve bu kendine olduğu gibi başkalarına da kullanılır. Eğer Arapçada bir kişiye lanet ederseniz, yapmayın ama ben yine de söylüyorum, Arapçada bir kişi birine lanet ederse ve onlar için en kötüsünü dilerse, “ويلك (yazıklar olsun sana)” der. “ويلي (yazık bana)” ve “يا ويلي (vay başıma gelenler)” de kullanılır. “يا ويلي” veya “يا ويلتا . Veya “يا ويلتي”. Bunun birkaç çeşidi vardır. Bunlar şu anlama gelir: “Ben kahroldum, ben lanetlendim, yaptığım her şey zehir oluyor, yaptığım hiçbir şey çözüm olmuyor.” Karşına çıkacak hiçbir şeye karşı güvenin kalmamış, bilirsiniz, gerçeklere katlanamıyorsunuz. Yaptığınız hiçbir şeyin bu durumu değiştiremeyeceğini düşünüyorsunuz. Umutsuz bir hale geliyorsunuz. Bütün bütün umutsuzsunuz. Ve işte o anda şöyle hissediyorsunuz, “Bana gelecek olan iyi bir talihim yok.” “Benim kısmetim (حظ) yok.” “Bana gelmeyecek.” Ve bu, “veyl”i hissettiğiniz an. Veyl, şoke olmuş anlamında da kullanılır, bu gibi hisler için de kullanılır. “Veyl yüzünden acı çekiyorum. Ben lanetlendim, kahroldum.” Ve bu, Arap dilindeki en kötü kelimelerden biridir. Bu aslında cehennem ateşindeki bir yeri tanımlamak için kullanılan kelimelerden biridir. İlginç, değil mi? Çünkü Allah, cehennem ateşini, psikolojik ıstırabı tanımlamak için de kullanılan bir kelimeyle tanımlıyor. Değil mi? Fiziksel olarak acı veren cehennem ateşini tanımlayan kelime aslında psikolojik olarak da acı verici… Ve bunu bir psikoloji dersindeyken, Psikoloji-101’deyken profesörünüz: “Bazen psikolojik acı, fiziksel acıdan daha katlanılmaz olabilir.” dediği zaman anlarsınız! Bakarsınız ve “Ne? Bilmiyorum, üzgün hissetmeyi kolumun doğranmasına tercih ederim.” Daha bunu tecrübe etmediniz, edebilirdiniz de. O zaman, Allah’a bunun için şükredeceksiniz. Sonra yaşlıların değindiğim şu sözünü anlayacaksınız: “Nice söz vardır ki dayaktan da beterdir.” Yani veyl, üzüntünün çok şiddetli bir seviyesi ve bir insanın lanetlenmiş ve kendine doğru gelen bir kötü şans varmış gibi hissetmesi. Bunun modern tezahürünü, basitçe cevap veremediğim mailler yoluyla şahsen görüyorum, çünkü mail, insanlara psikolojik tavsiye verme yolu değildir, tehlikeli aslında. Ekranın diğer tarafında sizinle uğraşanın kim olduğunu bile bilmiyorsunuz. Ama bunun yaygın tezahürlerinden biri de şöyle hissetmektir, “Ben hayatımda bir hata yaptım ve hissediyorum ki Allah beni lanetledi ve başka bir şey de olamazdı zaten. İşimi kaybettim, şu oldu, bu oldu ve gerçekten Allah’ın beni artık sevmediğini düşünüyorum. Ve şimdi berbat bir hayat sürdüğüm gibi herhalde cehennemde de yanacağım zaten vesaire, vesaire.” Bu insan, “Ben lanetlendim!” zihniyeti geliştirmiş. Hatta “lanetlenme” kelimesini söylemeseler bile söyledikleri her şey, bir şekilde lanetlendiklerine ikna olmuşlar gibi geliyor. Ve bu çok güçlü, aynı zamanda da çok tehlikeli bir durum. Allah korusun! Ve sonra “اسف” var. Biliyorsunuz, Arapçada özür dilerken “أنا آسف جدا” denir. Hatta bazı tartışmalara göre bu kelimenin kökeni Arapça değil, aslında İbranice. Ve bundan türeyen kelimelerden biri de Yusuf ismi, üzüntü verilmiş anlamındaki “Yu’saf”a yakın. Çünkü Yusuf Aleyhisselam’ın hikâyesini incelediğinizde birbiri ardına çok hüzünlü dönemeçler vardır. Ailesinden ayrı bırakılmış bir çocuk. Hapse atılmış masum bir adam. Biliyorsunuz, onun hayatında çok çok üzücü olaylar yaşanan birkaç durum vardır. Yani bizzat isminin bile bu kelimeden türetildiğini söylerler. Ama biraz da “esef” hakkında konuşalım. Bu aslında, nihayetinde diğer negatif duygulara dönüşen bir tür üzüntü anlamına geliyor.

Yansıtılan üzüntü: Esef

Araplar hislerle gerçekten çok ilgileniyorlar, dediğimde kastettiğim şey buydu. Üzüntü için sadece bir kelimeleri yok, bunu kategorize etmişler gibi, değil mi? Yani bu “esef” kelimesi aslında başka bir şeye dönüşen üzüntü, üzüntü duygusu anlamına geliyor. Örneğin bir şeyden ötürü üzgünsünüz, kötü bir not aldığınız için üzgünsünüz. Sınavınız var, yarı dönem sınavı. Elinizden geldiğince çok çalıştınız. Sınav esnasında otururken yarı uykudaydınız. Yüz üzerinden kırk aldınız, sonra dışarı çıktınız ve arkadaşlarınıza karşı fazlaca huysuz ve gerginsiniz. O zaman siz esef yaşıyorsunuz, çünkü bir şeyden duyduğunuz üzüntü başka bir şeye, öfkeye dönüşüyor. Ve bu kelime aslında oldukça iyi bir gösterge… Esef, duygularınızı başka bir tanesiyle değiştirmeniz demek. Genellikle öfkeyle. Genelde bu, öfke haline gelir. Mesela arabayla eve dönerken telefonla konuşuyorum, ahizesiz modda evime gidiyorum, telefonla konuşuyorum, telefonda biri var ve şöyle diyor: “Anlaştığımız kontratı ve senin söylediğin ücreti biliyorsun. Ücreti kabul ediyoruz ama malları sana göndermiyoruz.” Ve bu nedenle üzgünüm. Üzgünüm. Ve eve gittiğimde bana sarılıp benle uğraşan ilk çocuğa şöyle diyorum “Ödevin nerde?” Sonuç olarak dışarıdan, arabadan eve “üzüntü”mü değiştirdim. İşte bu, esef! Ve aslında hayli ilginçtir ki bu kelime, Musa Aleyhisselam, Allah’la konuşmaktan gelip de halkını ineğe taparken gördüğünde kullanılan kelimedir. Ve o kimle konuştu? Kime bağırıyordu? Harun Aleyhisselam’a… Allah diyor ki: “O, öfkeyle geldiği zaman…” (فَرَجَعَ مُوسَى إِلَى قَوْمِهِ غَضْبَانَ أَسِفًا) “اسفا”, yani bu öfkeyi alıp ne yapacaktı? Değiştirecekti. Peki, bu hikâyede ne buluyorsunuz? Kardeşinin başını tutuyor. Onu tutuyor. Bu öfke, ya da bu üzüntü aslında başka bir şeyle değişti. Ve bu, Kur’an’ın üstesinden geldiği bir hadise.

Kaçan fırsatlara üzülmek: Esâ

Ve tabi ki sonuncusu “الاسى” Esâ, harfleri hemze, sin ve elif. Veya yâ, yâ diyebilirsiniz. Anlamı da “pişmanlık”. Kaybedilen bir fırsat üzerine duyulan pişmanlık veya üzüntü. “Bu bir fırsattı, bunu yapabilirdim, yapmadım!” Arkanıza bakıyor ve yapabilecek olduğunuz şey karşısında kendinizi yıpratıyorsunuz. Tam buradaydı. Eğer bunu yapabilseydiniz… Ah! Bazı şeyler çok daha güzel olabilirdi. Bu fırsatı neden değerlendirmedim? Çoğu zaman, biliyorsunuz, insanlar bana email gönderiyorlar, özellikle üzüntü ve depresyon vesaire konusunda… Genellikle ilişkilerle ilgili. Bilirsiniz, “Bir kız kardeşimiz var ve onunla evlenmek istiyordum. Evlenme teklifi etmeliydim, sonra başkasıyla evlendi ve… Ah!” “Ve her gün üzüntülüyüm ve sürekli onu düşünüyorum. Cesaretimi toplayıp onunla konuşmalıydım ama yapmadım, vesaire, vesaire…” İşte bu, “El- Esâ”. Ama bu sadece kaybedilmiş bir fırsatın üzüntüsü değil. Bu aynı zamanda, geçmişte yaptığın kötü bir şeyi ifade eden bir üzüntü. Ve hissediyorsunuz ki bu yaptığınız kötü iş, her neyse, bana söylemeyin, her neyse, gelecekte yapacağınız her şeyi olumsuz etkileyecek. Sanki geçmişteki bir hatanız gelecekte yapacağınız her şeyi olumsuz etkileyecek. İşte bu kelime “El-Esâ” ve bu Kur’an’da da kullanılan bir kelime! Bu kelimeyi Müslümanların anlaması önemli çünkü kötü bir şey yapma fırsatını çok çok kolay bulduğumuz, bunun kolaylaştırıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Değil mi? Yani manevi anlamda kendimize hayli kötü şeyler yapabiliriz ve çok az bir çabayla ruhlarımıza hasar verebiliriz. Bu olunca o zaman da depresyon haline giriyoruz. “Dünyada nasıl bir yüz karasıyım böyle? Tüm dünya Müslüman olduğumu düşünüyor ama bir de içime bakın. İçinde bulunduğum türlü şeylere bakın. Hatta ben bile kendimle nasıl yaşıyorum?” Ve burada, geçmişte işlediğiniz şeylerin pişmanlığı var. Ve çoğu insanın bununla nasıl başa çıkacaklarını bilmediklerinde yaptığı şey de geçmişlerine bakıp kendilerini geçmiş hatalarıyla tanımlamaları. Şunu kastediyorum, “Her şeyi berbat ettim. Bu bendim. Ben geçmişte berbat ettim. Şu anlama geliyor olmalı, ben berbat oldum!” “Berbat ettim” ile “Berbat oldum” arasında fark var. İnsanlar bir şeyi berbat ettiklerinde bu onların berbat olduğu anlamına gelmez. Sadece, geçmişte bir şeyi berbat ettikleri anlamına gelir. Gelecekte de berbat edeceklerinin bir garantisi yok, ta ki hakikaten berbat olduklarına kendilerini ikna edene kadar. Sizi mahvedebilecek tek şey sizin kendi kanaatinizdir. Allah Azze ve Celle sizi “takvîm” ile bina etti. Bu bina darbe alabilir, sarsılabilir. Ama siz hasarı onarabilir ve binayı ayakta tutabilirsiniz. Ya da bina yıkılana kadar biraz daha darbe almasına izin verebilirsiniz. O zaman mimarı suçlamayın. Bu sizsiniz. Kendinize bunu siz yaptınız. Bu tarz, tekrar tekrar hatırladığınız daimi olumsuzluklarla yaşayamazsınız. Özellikle Hint kültüründe, geçmişteki üzücü olayları sürekli anan kayınvalideler vardır. Ya da gelinlerine izin vermezler, gelinler kayınvalidelerine izin vermezler veya babalar oğullarına ve kızlarına izin vermezler. Olanları atlatmalarına izin vermezler. Sadece atlat gitsin, sen hayatına devam et! Bunu yapamazlar. Bunu sürekli gündeme getirmek zorundalar. “Bu yirmi sene önce oldu, bırak gitsin!” “Hayır, sen bizim iznimiz olmadan evlendin, bu beni üzüyor.” “Ama bitti gitti! Bunun için üç hafta ağlamıştın, hatırlasana! Tüm o gözyaşlarını, o kırdığın tabakları hatırla! Şimdi çocuklarım var ve bu çocuklar evlenecek… Ve sen neredeyse otuz sene önce olanlar yüzünden hala düğüne gelmiyorsun!” Kendini perişan ediyorsun, etrafındaki insanlar da perişan. “Esâ” yüzünden. Çünkü bunun geçip gitmesine izin vermiyorsun ve geri kalan ömrünü karartmasına izin veriyorsun. Allah Azze ve Celle bizden böyle ağır bir hayata veya üzüntü dolu bir kalbe sahip olmamızı istemiyor. Aslında Kur’an’daki iman dolu bir kalbin tanımlarından biri de “Kalbun selîm”dir (قلب سليم) “Selîm kalp.”, çok güzel! Arapçadaki “Selîm” kelimesinin anlamlarından biri, biliyorsunuz, “sağlıklı”. Selîm’in anlamlarından biri, sağlıklı. Allah, Hesap Günü müminlerin kendisine başarılı olarak gelmelerini istiyor. Diyor ki: “إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ” “Ancak Allah’a temiz bir kalple gelenler hariç.” Bozulmamış bir kalple. Hasar almamış bir kalple. Duygusal anlamda sağlam, sadece iman yönünden değil. Bu duyguların da imanınız üzerinde etkisi vardır -korku, öfke, depresyon, keder…- Bütün bunlar imanla doğrudan alakalıdır. Bunlar, bu duyguları Kur’an’ın bakış açısından anlamaya çalışanların araştırma konusu olan kelimeler.

Allah’ın Kur’an’da üzüntüyü bir hakikat olarak tanımladığı olaylar

İkinci bölüm, Allah’ın Kur’an’da üzüntüyü bir hakikat olarak tanımladığı farklı olaylar. Ve siz, üzüntü yaşadığınız için eksik bir insan değilsiniz. İyi bir imana, güçlü bir inanca sahip olmak, mutluluğu garantilediğiniz anlamına gelmez. Bunlar birbiriyle eşdeğer değil. En azından bu dünyada. Bu dünya zorluklar, imtihanlar ve denemeler dünyası… Örneğin, İbrahim Aleyhisselam, genç bir adam olarak, kendi evinden kovulma travmasını yaşadı. Bu, travmatik. Baban tarafından evinden atılmak, değil mi? Ve tüm köyünü ve tüm aileni bırakmak zorunda olmak… Ve sonra, kendi ağabeyleri tarafından ihanete uğrayan Yusuf Aleyhisselam var. Küçük bir çocuk ne yapar? Ağabeyleri gibi olmak ister. Ağabeyleriyle oynamak ister. Eğer siz ağabeyseniz biliyorsunuzdur, küçük kardeş her zaman ağabeyinin oyuncaklarıyla oynamak ister. Bu, büyük kardeşlere duyulan bir ilgidir. Küçük kızlar ablaları gibi giyinmek ve onların giysilerini almak isterler. Ve ablalar her zaman kardeşlerine sinir olurlar: “Hep benim kıyafetlerimi alıyorsun, hep benim ayakkabılarımı alıyorsun! Eşyalarıma dokunma! Allah’ım!” Ve küçük, bir şeyi ne zamana kadar istemeyecektir? Büyük olan ona sahip olana kadar. Büyük olan dokunana kadar hiçbir ilgisi yoktu. Neden? Çünkü Allah bu ilgiyi vermiş. Onlar gibi olmak istersiniz. Onlar gibi konuşmaya çalışırsınız. Hatta onların arkadaşlarıyla arkadaş olmak istersiniz. Kendinizinkileri istemezsiniz. Odaya her girdiğinizde, arkadaşlarıyla takılıyorlar. “Gider misin, bunlar benim arkadaşlarım!” “Ben de onlarla takılmak istiyorum.” Sadece sizin gibi olmak istediklerini size söylemezler ama bu böyledir. Sizi örnek alırlar. Size hayranlık duyarlar, özellikle aynı cinsiyettekiler. Ama bu çocuk, hayranlık duyduğu kişiler tarafından ihanete uğramış, bu travmatik… Bu gerçekten üzücü. Ve en başından beri bu çocuğun babasıyla ne kadar yakın ilişkisi olduğunu öğreniyoruz. Yani Yusuf Aleyhisselam, babasıyla çok yakındı, hatta babasıyla rüyasında ne gördüğü hakkında konuşuyordu. Bu kadar rahat hissederek babasına yakın olması bir çocuk için kolay bir şey değil. Siz babanıza okulda neler olduğunu bile anlatmıyorsunuz ya da gerçekten ne olduğunu. Sahiden oturup babanızla rüyanızda neler olduğu hakkında konuşuyorsunuz. Bu, baba ile oğul arasındaki gerçek bir yakınlıktır. Ve baba gerçekten dikkatle dinliyor. Bu bir diğer bir çılgın şey! Çocuğu tarafından anlatılan rüyayı hakikaten, pür dikkat dinliyor. Ben bu deneyi evde yaptım: “Rüya gördün mü?” “Evet. Bir muz beni yemeye çalışıyordu.” “Peki, sonra ne oldu?”… Denedim. Bu manevi bir tecrübe değildi. Bu yüzden Yakub Aleyhisselam’a, çocuğunun rüyasını dinlediği için saygı duyuyorum. “Ay ve Güneş bana secde ediyordu.” “Hıhı, sonra?” Biz hikâyeleri okuyor ve geçip gidiyoruz. Ama yakınlık bu. Ve sonra bu çocuk babasından koparılıyor. Burada bir babanın üzüntüsü var. Bir oğlun üzüntüsü var. Ve bildiğiniz tek şey, oğlunuzun öldüğü… Oğlunuzun öldüğünü bilmek var. Ama bir de ona ne olduğunu bile bilmemek var. Ne olduğunu bile bilmemek. Bu travmatik bir şey. Travmatik bir şey. Ve size şunu söyleyebilirim ki baba olduktan sonra o zamana kadar hiç yaşamadığım üzüntüyü hissettim. Çocuğunuz hastayken ve ateşten tir tir titrerken çaresiz ve siz de hiçbir şey yapamıyorsunuz, Allah’a yalvarmak dışında. Çocuk size tutunuyor ve böyle titriyor, biliyor musunuz? Ve ellerine bir yiyecek almak, onu tutmak istiyorlar, ellerini sabit tutmaya bile güçleri yok. Bunun karşısında kalbiniz kan ağlıyor. Kalbiniz kan ağlıyor. Böyle bir üzüntüyü yaşayamazsınız. Ama bu, kederin bir sonucu. Bu, çok üzüntü verir. Doğaldır. Tamam mı? Çünkü sevdiklerimiz için endişe ederiz ve onlar acı çektiğinde biz de onlara eşit bir acı çekeriz, en az onlar kadar. Hatta bazen daha fazla. Yani bu, Yusuf Aleyhisselam ve kardeşlerinin durumunda böyle.

Musa Aleyhisselam ve kavmi. Kavmi ona çok acı çektirdi. İşte bazı örnekler. Peygamberimiz (s.a.) ve Kureyş. Peygamberimiz (s.a.) ve amcası… Onun komşusu, ailesinden. Öz amcası, kapı komşusu. Bu nasıl bir adam? Bugünkü konuşmamın son kısmı olacak olan Kevser Suresi’nin dersini yaparken bunun hakkında konuşmuştum. Ne tür bir adam: Bir amca. Uzak değil, amca! Kapı komşusu olan yeğeni bebeğini kaybettiğinde kutlama yapar! Az önce Hz. Muhammed’ in (s.a.) evinde bir bebek öldü. Ve Ebu Leheb dışarı çıkıyor, kutlama yapıyor, “Muhammed bir erkek evlat sahibi olamayacak, ismi devam etmeyecek, yaşasın!” diyerek ses yapıyor. Ve o zamanlar evlerinin çatıları yok, o zaman söyle, eğer sen arka bahçedendeyken komşunda kendi bahçesine çıkıp bağırsa, onu duymaz mısın? Duyarsın! Amcanın, senin evladının ölümünü kutluyor olmasının ne kadar acıtıcı olduğunu soruyorum sizlere. Peygamber (s.a.) ne hisseder? Hiçbir insanoğlu… Hatta düşman bile karşı taraftaki generalin çocuğunu kaybettiğini duyduğunda silah indirir. “Sen benim düşmanımsın. Senin boğazını keseceğim. Fakat yas tutman için sana bir gün süre vereceğim. Çünkü acını paylaşıyorum.” Düşmanlar arasında bile bir şeref vardır. Onda bu bile yoktu. İşte bu, böyle bir üzüntüdür. Bu hikâyenin neden bu kadar önemli biliyor musunuz? Çünkü bize şunu öğretiyor; bazen tecrübe edeceğiniz en acı verici darbeler ve en travmatik üzüntüler, ailenizden gelecek! Senin üzülmene sebep olanlar bazı yabancılar olmayacak. Onlar, senin en yakının olacak çünkü onlar kalbine yakındırlar. Bu yüzden seni üzdüklerinde işte o zaman gerçekten de darmadağın olursun. Anne-baban seni darmadağın eder, çocukların seni darmadağın eder, kocan veya karın seni darmadağın eder, amcan seni darmadağın eder, kuzenin seni darmadağın eder. En çok sevdiğimiz insanlar, aynı zamanda bize en büyük acıyı da yaşatabilirler. Bu sadece size özel değil, Peygamber (s.a.) de bunları son derece korkunç bir şekilde tecrübe etti.

Allah’ın bu gibi şeyleri Kur’an Kerim’e koymasında bir sebep vardır. Çünkü bu gibi şeylerle baş eden sadece bizler değiliz. Sadece bizler değiliz. Daha önce bunlarla baş edildi. Daha önce bu gibi durumlar yaşandı. Sonra Âdem Aleyhisselam ve onun üzüntüsünü biliyor musunuz? Onun üzüntüsü Allah ile. “Allah beni affeder mi, affetmez mi?” Demek istediğim, birkaç dakika önce cennette idim. Şimdi neredeyim? Dünyada. Bir tür etrafı merak etme, ne yapmak gerektiğini anlamaya çalışma… “Bildiğim en son şey, Allah benimle mutlu değildi.” “Yapmamam gereken bir şeyi yaptım.” İnsanlar da bu durumda olmaz mı ki hiç? Yapmamaları gereken bir şeyi yaparlar da ve sonra hayat kötü bir hal alır. Ve “Belki de yanlış bir şey yaptım.” diye düşünmeye başlarlar. İşte bu da Âdem Aleyhisselam’ın durumu. O, bu durumdaydı. Allah’ın beni affedip affetmeyeceğini nasıl bilirim? Ve Allah O’na bir hediye verdi. Birçok insan gelir ve sorar, “Allah’ın beni affettiğini nasıl bilirim?” Allah’ın kendisini affettiğini Âdem (a.s.) nasıl bildi? Bilmedi. Allah O’na hediye verdi. Allah, Âdem Aleyhisselam’a bir hediye verdi. Şöyle buyuruyor:  فَتَلَقَّى آدَمُ مِن رَّبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ  “Allah, Âdem’e kelimeler öğretti, kelimeler ile iletişime geçti ve sonra O’nun tövbesini kabul buyurdu.” Değil mi? Bu ayet, Bakara Suresi’nde, Allah bu kelimelerin ne olduğunu dahi söylemedi. Sadece şunu söyledi; Rabbi Âdem’e birtakım kelimeler öğretti ve bu kelimelerin sonucunda (Buradaki “fe” harfi sebep ifade eder) Allah, O’nun tövbesini kabul etti. Yani eğer tıpkı Âdem Aleyhissselam gibi oldukça büyük bir hata yaparsanız, sizler de kelimeleri kullanabilirsiniz. Ve bu inanılmaz kelimeler O’na verildi. Ve O, bunları samimi bir şekilde kullandı. Ve sonra Allah O’nu afetti! Bu yüzden birisi “Eğer Allah beni affederse nasıl bilirim?” diye sorduğunda, söylerim ki: “Biliyorsun biz Âdem Aleyhisselam’ın çocuklarıyız. Bu yüzde

Tüm YAZILI SOHBETLER